Sinan Doğan
Gündelik yaşamda ve iş hayatında en sık duyduğumuz tavsiyelerden biri şüphesiz şudur: “Kendini onun yerine koy.” Bir anlaşmazlığı çözerken, ekip arkadaşlarımızı motive etmeye çalışırken veya bir dostun, paydaşın ya da müşterinin ihtiyacını anlamaya uğraşırken başvurduğumuz bu altın kural, iyi niyetin ve insancıllığın bir simgesi gibi gözükebilir.
Peki ya bu tavsiye, tüm iyi niyetine rağmen, aslında empati kurmanın önündeki en büyük engellerden biriyse? Ya bizi anlamaktan çok yanılgıya, çözümden çok manipülasyona ve ön yargılarımızı doğrulamaya yaklaştırıyorsa?
‘Kendini başkasının yerine koymak’ dediğimizde, genellikle sorduğumuz soru şudur: “Eğer ben onun yerinde olsaydım ne hisseder ne düşünürdüm?” Bu soru, odağı muhattabımızdan alır ve tekrar kendimize çevirir. Karşımızdakinin deneyimini, duygularını ve düşünce yapısını değil, kendi dünya görüşümüzü ve duygusal tepkilerimizi o duruma yansıtırız. Bu yaklaşım bir tür benmerkezciliğe tekabül eder.
Sosyal Empati kitabının yazarı sosyal politikalar uzmanı Elizabeth Segal’e göre, empati kendini merkeze koymak değil, merkezden bilinçli bir şekilde çekilmektir. Bu, karşımızdaki insanın kendi hikâyesinin tek sahibi olduğunu, o hikâyeyi yazma hakkının sadece ona ait olduğunu kabul etmekle başlayan sosyal bir tavırdır. Empati kurma yolunda görevimiz, o hikâyenin anlamını ya da niyetini tahmin etmek değil, o hikâyenin bize anlatılmasına güvenli bir alan açmaktır. Dahası, bu hikâyenin anlaşılabilmesi için ön yargılarımızı, varsayımlarımızı askıya almak, bir alçak gönüllülükle düşüncelerimizi sürekli iyileştirme çabası göstermektir.
Kendi varsayımlarımız, ayrıcalıklarımız ve düşünce yapımızla karşımızdakinin his ve düşünceleri arasındaki ayrımı yapamadığımızda, empati söylemi tehlikeli bir araca dönüşebilir. Karşımızdakinin duygularını anladığımızı varsayarak, onun hikâyesini manipüle etme hatasına düşebiliriz. Kendi gerçekliğimize hitap eden ve kendi ihtiyaçlarımıza yanıt veren çözümleri onların dilinde dayatabilir; nihayetinde başkalarının deneyimlerini geçersiz kılabiliriz. Empati, benmerkezci bir tavırla kullanıldığında karşımızdakine yer açmak ve güven vermek için değil, onu etkilemek için kullanılan bir teknolojiye dönüşür. Bu teknoloji, kendimizi haklı çıkarmak, düşüncelerimiz ve iddialarımızın altında yatan çıkarları aklamak gibi etik olmayan savruluşların aleti olur.
Son yıllarda, felsefeciler ve psikologlar içinde empatiye karşı eleştirel seslerin yükselmesi boşuna değil. Jesse Prinz’e göre, empatinin yetersizliği iki temel zaafıyla özetlenebilir: insanları harekete geçirme gücünün zayıf kalması ve oldukça seçici olma eğilimi taşıması. Bu alanda çalışmaları çokça alıntılanan Paul Bloom’a göre empati yalnızca ahlak için gereksiz ya da yetersiz değil, aynı zamanda doğası gereği taraflı olduğu için tehlikeli bir duygudur. Kendisine göre, adil bir yaklaşım için empatik dürtülerimizi bilinçli bir şekilde törpülemeli ve yerine akılcılığı koyarak hareket etmeliyiz.
Bu eleştirilerin temel aldığı çıkış noktası şudur: Empati doğası gereği kusurlu ve taraflıdır. Çıkarılan sonuç da idealleri, özellikle de adalet ve eşitlik gibi yüce idealleri, bu zayıf temel üzerine inşa edemeyecek oluşumuzdur. Empatinin gücüne dair naif, genellenmiş ve aşırı iyimser bakış açılarına karşı bu uyarıları son derece yerindedir. Ancak, empatinin gerekliliğini ve önemini savunan düşünür ve bilim insanları, empatinin zannedilenden daha kompleks bir duygu olduğunu iddia ediyor.
Örneğin Riana Betzler, bu ‘empati karşıtı’ argümanların hedeflerini aştığını ve önemli bir noktayı gözden kaçırdığını öne sürüyor. Betzler’e göre asıl mesele, empatiyi tamamen terk etmek değil, bu bilimsel bulguların bize ne söylediğini doğru anlamaktır. Yani, empatinin sınırlılıklarını kabul edip, nasıl daha adil ve daha bilinçli bir şekilde kullanabileceğimizi sormaktır. Jamil Zaki ise duygu ve akılsallığın iç içe geçtiğini, empatinin ahlaki düşünceyi geliştirmede gerekli olduğunu savunuyor.
Tıpkı empati gibi, değerler, mantık/rasyonalite ve hatta ampirik bakış açıları da içinde bulunduğumuz konumdan, kültürden ve kişisel tarihimizden bağımsız değildir. Ön yargıdan mutlak bir kaçış yoktur; kendini en rasyonel sanan düşünce bile görünmez varsayımlarla şekillenir. Mesele, empatiden önyargıların kurbanı olduğu için kaçınmak değil, tüm düşünsel ve duygusal süreçlerin önyargılı olacağını kabul ederek öz eleştirel olabilmek; ön yargılarının farkında olarak hareket etmektir.
Önümüzde iki yol beliriyor gibi görünebilir. Bu yollardan biri, empatiyi başkalarını manipüle etmek için kullanan bencil bir akıl okuma çabasına girmek. Diğeri ise, insanları karmaşık deneyimlerini denklemin dışına iten, akılcı bir ‘empati karşıtlığı’. Bu iki uçtan birinde yer almak değil, zıt düşüncelerin senteziyle bilinçli farkındalıkla kısa yollardan, erken sonuca varma ile sonuçlanacak indirgemecilikten uzak durmak, birbirimizi anlama ve destekleme yolculuğunda bizlere daha bütüncül bir yetkinlik kazandırabilir.
Eleştirilere cevaben tutarlı bir bakış açısı, başkasını anlamanın imkansızlığını bir çaresizlik olarak değil; mütevazı bir yaklaşımla, bir başlangıç noktası olarak görmektir. Yaşam boyu sürecek bir öğrenme, dinleme ve kendi varsayımlarımızı sürekli sorgulama pratiğini benimsemektir.
Bu pratiğin yeşerebileceği bir zemin vardır: insanların kendi hikâyelerini yargılanma veya yanlış anlaşılma korkusu olmadan anlatabildikleri bir ortam. Yani, psikolojik güvenlik.
Peki psikolojik güvenliğin koşullarını nasıl yaratırız? Empatinin filizlenebildiği o ‘verimli toprağı’ nasıl hazırlarız? Serimizin ikinci bölümünde bu konuyu, yani psikolojik güvenliğin hem bireysel hem de liderlik düzeyindeki temellerini ele alacağız.
“Empati, kendi sesinin yankısını dinlemek değil, bir başkasının fısıltısına evren olmaktır“
Kaynaklar:
Elizabeth Segal – The case for empathy
Jesse Prinz – Is empathy necessary for morality?
Jamil Zaki ve Paul Bloom – Does empathy guide or hinder moral action?
Riana Betzler – How the case against empathy overreaches

